🌬️ Osmanlıda Gün Başı Ağaları Ne Iş Yapar

OsmanlıdaHarem Ağaları ve Bir Harem Masalı - Ziya Şakir - Akıl Fikir Yayınları - 9786056195433 - Kitap Osmanlı Sarayı’nda Ramazan Ayı, Şaban Ayının Bitiminde Akşam Hilalin Görünmesi Ve İstanbul Kadısı’nın Yayınladığı İlâm İle Resmen Başlardı. Ramazanın başlamasıyla birlikte gerek saray gerekse devlet dairelerindeki görevliler, birbirlerini tebrik göndererek kutlarlardı. Yabancı ülke büyükelçileri ise Has Oda, 16. ve 17. asır sonuna kadar meşhur dört zabiti has odabaşı, silahdâr, çuhadâr, rikabdâr olup bunlardan sadece Has odabaşının padişah huzuruna çıkma yetkisi olduğu Fatih Kanunnâmesi’nde belirtilmiştir. Has odalıların asıl vazifeleri, Hırka-i Şerîf Dairesi’nin temizliğini yapmak, oradaki Kur’ân-ı Kerim Çelebi Mehmet bir gün atla av yapar­ken, ormanda kaçmakta olan bir domuza karşı mızrak attığı sırada nüzul isabet etme­siyle, baygın bir halde attan düştü; adamları hemen saraya getirdiler; zaten avlandığı yer Edirne’ye yakındı. Edirne civarında ve en uzak yerden hazık tabipler davet ettiler. 2days agoTrafiğin basit ve eski bir icadı vardır: Dönel kavşak. Çok basit bir de ilkesi vardır: Ada etrafında dönene yol ver. Yani içeridekinde öncelik vardır. Bekler girersin, döner 20:24İran: Petrolü kaçak satıyor ve parasını gizlice getiriyoruz 20:22SİPER testten geçti 20:0926 yaşındaki Kübra ölümden döndü! 20:07Şehit mezarına çirkin saldırı! 20:04Sinovac'tan yeni aşı 20:00Beyoğlu'nda kadına felç eden dayak 18:47Hain planları bozmaya devam edeceğiz 18:40YouTube'dan Türk askerinin olduğu videoya sansür! 16:21Sayı 250 milyonu geçti 15 Vikipedi özgür ansiklopedi. Kapı Ağası & Babüssaade Ağası & Ak Ağalar, Osmanlı döneminde sarayda bulunan iç ağaların en büyüğüne verilen isimdir. Kapı Ağası (Babüssaade ağası) padişahın devamlı en yakınında bulunmakla görevlidir. Aynı zamanda Osmanlı'da sadrazam kapısının iç düzenini sağlamakla vazifeli Taşıyıcı kolonların arası en az 2m olmalı biz kurarken 4m aralık ile başladık,gün bitene kadar iskeletini bitirelim diyerek.Daha sonra aralarını tamamladık.10X10 kolonların dibini 5x10 kazıklarla besledik.İndirmenin yanlarını ve perdenin arkasını da 4m de bir 5x10 yan çalma denilen bağlantılar yaparak destekledik.İlk Dîvânı Hümâyûn binası, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Bâbüssaâde arasındaki sahada sol kısımdadır. Kubbealtı veya Dîvân-ı Hümâyûn binası, esas itibarıyla, üç kubbe altındadır. Bu üç kubbeden birisi, dîvân üyelerinin toplandığı müzakere salonudur. Burada, üyelerin oturacağı yerler Lt54. Geçen gün tarikatlar ve fetvalar hakkında Google lama yaparken bir çok kitap’a götürdü beni birbirine bağlı zincirleme. Genelde tarih artık günümüzde siyasi kavgalarda araç olarak kullanılmak üzere çarpıtılıyor veya siyasi gözle yazılıyor.flood fetva tarikat osmanlı isyanGerçek bilgi sizialır götürür içine çeker .Siyasi gözlüklü kitaplar ise insanda vizyon yaratmaz sadece öfke ve fikrine onay tatmini yaratır. Bu kitap tesadüfen karşılaştığım ve herkesin okumasını tavsiye ettiğim bir alıntılar döneminde demokrasinin işleyişi sık sık darbe lerle kesildi. Aslında bu bizim eski bir geleneğimiz. Osmanlı döneminde de asker birçok defa isyan ederek yönetime müdahale etmiş, Osmanlı padişahlarının yaklaşık üçte biri askerin müda halesiyle doğasında tamam herşey güzel olacak denmesine ihtiyaç vardır. Güçlü bir figüre örneğin babaya yaslanmak omzunda ağlamak veya güç almak. Günümüzde tarihten çok uyurken anlatılan masallar gibi Osmanlı tarihi anlatılıyor. hatasız. günahsız. güçlü . dindar. halifeler…Orduda cuma namazını hangi tarikat kıldıracak. polis ve jandarmada tarikat yuvalanmaları. fetvalar. Önce tarikatım gelir. Bunlar yeni şeyler değil. Osmanlının yıkımına taş taş koyarak sebep olan oluşumlar. Osmanlıda bu o kadar ayağa düşmüş ki hayret ediyor insan. İmparatorluğu, kurduğu askeri sistem sayesinde önce Bizans ve Balkan devletlerine daha sonra da Avrupa devletlerine karşı büyük bir üstünlük kurmuştu. Ancak büyük fetihlere imza atan ordu,devlet otoritesinin zaafa uğradığı dönemlerde sıkca isyan edip, yönetimi isyanları ve darbelerinin tarihi Fatih Sultan Mehmed’in hükümdarlığının ilk dönemindeki 1446 Buçuktepe İsyanı ile başlar ve 1913’teki Bâbıâli baskınıyla sona erer. neredeyse F. S. Mehmed’den sonra isyanla yüzleşmeyen Osmanlı padişahı yok padişahından 12 tanesi isyan ve darbe ile tahtını kaybetti Kitabı okuyanlar, bu kadar askeri isyan ve darbeyi görünce bu imparatorluğun nasıl bir cihan devleti olduğuna ve nasıl ayakta kaldığına kitap ve okuyunca hak Osmanlı başkenti olduktan sonra büyüklü küçüklü birçok isyana tanık oldu. Bu isyanlar o kadar ileri boyutlara ulaşı yordu ki, bazen padişahın mutlak vekili olan sadrazamların kelleri alınırken, bazen de bizzat padişahlar tahttan indirilip, patlak verdikten sonra önünü almak oldukça güçtü ve asiler, birkaç istisna hariç, genelde istedikleri kişilerin kellelerinin mey danlarda sallandırılmasını sağlıyorlardı. Bazen saatlerce, bazen de günler hatta aylarca devam eden isyanlar günlük hayat tamamen felç Atmeydanı, Osmanlı devri isyanları ile âdeta özdeşleşen bir mekân olmuştu. Hem Bizans, hem de Osmanlılar döneminde eğlencelerin yapıldığı ve törenlerin düzenlendiği önemli bir yer olan meydan, kozların paylaşıldığı, hanedanın meşruiyetinin tartışıldığı,idarecilerin icraatının yüksek sesle eleştirildiği ve şehrin kapılarının kapatılmasından sonra askerî grupların farklı unsurlarının birbirlerine kılıçlarını çekip silahlarını boşalttığı; karşılıklı FETFALARIN birbirini hükümsüz kıldığı; tüm bunların bazen bir padişahın tahttanindirilmesine ve hatta öldürülmesine kadar ileri gittiği; bazı devlet adamlarının canla rına mal olurken, bazıları için ise ikbal kapılarının ardına kadar açıldığı; özetle herşeyin “devletin bekası ve adaletin temini için yapıldığı”, kozların paylaşıldığı bir Avrupa’ya ve diğer Türk beyliklerine üstünlük sağlayıp, dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurma larının sebebi çok erken tarihte düzenli ordu kurmalarıydı. Gerek Osmanlılar’dan önceki Türk devletlerinin, gerekse Safeviler ve Akkoyunlular gibiOsmanlı ile çağdaş Türk devletlerinin orduları aşiret kuvvetlerinden meydana gelirdi. Avrupa’da da ordular, ya paralı birliklerden veya prenslerin, kontların ve düklerin gönderdiği askerlerden Devleti’nin ilk dönemlerinde asker ihtiyacı daha çok uç beylerinden ve halktan gelen gönüllülerden sağlanmaktaydı. Orhan Bey döneminde fetihler arttığından düzenli bir orduya ihtiyaç duyulduve vergi muafiyeti karşılığı Türk gençlerinden yaya ve müsellem adı verilen bir askerî grup oluşturuldu. Edirne fethedilip, Osmanlı Beyliği Balkanlar’da hızla yayılmaya başlayınca yaya ve müsellemler asker ihtiyacını karşılayamadıRumeli yönünde fetihlerin genişlemesiyle elde edilen esirle rin sayısı da hızla artmıştı. I. Murad’ın veziri Çandarlı Kara Halil ile devlet adamlarından Kara Rüstem devletin ihtiyaç duyduğu merkezi orduyu bu esirlerden meydana getirmeyi düşündüler. Kanun gereği esirlerin beştebeşte biri padişahın hakkı olduğundan uç beylerine aldıkları esirlerin beşte birinin padişaha gönderilmesi emredildi. Esirler merkeze gönderilmeden önce hizmet edebile cek duruma gelmeleri için Anadolu’daki Türk ailelerine verilerek burada İslamiyet’in esaslarını ve Türkçekonuşmayı öğrenmeleri sağlandı. Burada üç, dört yıl gibi kısa bir sürede istenilen düzeye gelen esirler kapıkulu ocaklarının temellerini karşı mağlup olunan 1402’deki Ankara Savaşı’ndan sonra seferlerin azalması sonucu, elde edilen esirler de azaldı ğından Türk tarihinde yeni bir uygulama olan devşirme sistemi hayata geçirilmeye başlandı. Osmanlı Devleti sınırları içindeki Hristiyan çocukları Mehmed döne minde 1413-1421 uygulanmaya başlandı, kanunlaşıp bir sisteme kavuşması babası II. Murad’ın hükümdarlığı döneminde 1421-1451 oldu. Kapıkulu ocaklarının ihtiyaçları belirlenip Divân-ı Hümâyûn’a bildirilerek buradan çıkan karara görebelirli bölgelerdeki Hristiyan ailelerinin sekiz ila yirmi yaş arasındaki gençleri devşirilirdi. Yeniçeri Kanunu’nda devşirileceklerin özellikleri sırasıyla şöylePapaz oğlunu ve kâfir arasında aslı iyi olan kâfirin oğlunu alalar. İki oğlu olanın birisini alalar Babası ve anası ölüp yetim kalan oğlanı aç ve edepsiz olur. Sığırtmaç ve çoban oğlunu dahi almayalar, zira onların her biri dağda büyümüşlerdir, edep olanı almaya, fodal ve geveze olur. Aceleci oğlanı almayalar, kıskanç ve inatçı olur. Sureta taze şeklinde olan köse oğlanı alınmaya, fitne ve fesat ehli olduğundan başka, düşman gözüne ufak gelir. Doğuştan sünnetli olan oğlan alınmaya. Türkçe bilen ve kâfirdeyken evli olanoğlan alınmaya, yüzü gözü açık olur ve evli olan ise padişaha kul olmaz. Sanat ehli olan oğlan dahi alınmaya, zira sanat ehli olan maaş için bela çekmez. Çok uzun boylu olan oğlan alınmaya, ahmak olur. Çok kısa boylu olan oğlan alınmaya,fitne olur. Orta boylu alınmak gerektir”Bütün işlemlerden yeniçeri ağası sorumluydu ve devşirme esnasında herhangi bir yolsuzluk yaşanmaması için bölgenin önde gelenleri ile papaz hazır bulunur, kilisede bulunan vaftiz defterine göre de çocuklar tespit edilirdi. Devşirilen çocukların baba ve ana adları, köyü, kazası,sancağı, doğum tarihi, bağlı olduğu sipahisi ve tüm fiziki özellikleri bir deftere kaydedilirdi. Bu çocuklar yüzer veya iki yüzerlik gruplar haline getirilerek sürücü emini nezaretinde İstanbul’a götürülmek üzere yola yolculuk esnasındaki tüm harcamalar devşirilenlerin köylerinden temin edilirdi. Tabi ki bu yolculuk esnasında çocuğunu değiştirmek veya kaçırmak ve bu grubu soymak isteyenler de eksik değildi. İstanbul’a ulaşan bu grup burada da tüm yönleriyle kontroldengeçirilerek, yolculuk esnasında zayiat verilip verilmediği veya çocukların değiştirilip değiştirilmediği teftiş edilirdi. Kontrolden sonra bunlar sünnet edilip, şehadet getirtilerek Müslüman ocağına girecek özelliklere sahip olanlar acemioğlanı adıyla Anadolu’daki Türk köylülerin yanına gönderilerek, eğitimlerini tamamladıktan sonra yeniçeri ocağının ihtiyacına göre ocağa sarayında çalışabilecek veya kapıkulu süvarisi olabilecekler iseiçoğlanı adıyla İstanbul, Edirne, Galatasaray ve İbrahim Paşa Saraylarına gönderilerek, yaklaşık iki ila yedi senelik bir eğitimden sonra ya padişah sarayında, ya da süvari ocağında göreve en çok bilineni piyade olarak savaşan yeni çerilerdir. Önce Edirne’de daha sonra da İstanbul’da bulunan yeniçeriler Osmanlı tarihin en önde gelen askerî grubu oldular. Kanunî döneminde meydana gelen Şehzâde Bayezid isyanından sonra İstanbul’un dışındakişehirlere de asayişi sağlamak için yeniçeriler yerleştirildi. İlk başta ok ve kılıçla savaşan yeniçeriler, Fatih döneminden itibaren tüfek kullanmaya başladılar ve ateşli silahlar sayesinde Osmanlı ordusunun en vurucu gücü yanı sıra kapıkullarının ismi fazla bilinmeyen ama oldukça etkili olan kısmı ise kapıkulu süvarileridir. Kapıkulu süvarileri derece ve maaş itibarıyla yeniçerilerden daha üst bir konumdaydılar. Bu durum da iki grup arasında çekişmeye yol açı ve maaşları yüksek olduğundan asker olmak isteyen üst düzey devlet görevlilerinin çocukları da kapıkulu süvarilerine kaydedilirdi. Padişahın en yakınında bulunup, onun savaş ve barışta güvenliğini sağlamakla görevli olan süvarilerin nüfuzları da bu nispetle atlı birlikleri İstanbul içinde atlarına bakmaları çok zordu. Bu yüzden İstanbul’un dışında veya Edirne, Bursa meraların bol olduğu yerlerde gelenleri, padişahın sürekli yanında olması gerekenler ve bekâr olan süvariler İstanbul’da Süleymaniye’de hastane yakınındaki dokuz bekâr odasıyla, Sultanahmet Hanı, Çemberlitaş’ın karşısındaki Elçi Hanı ile Kurşunlu Han ve Yeni Camii hanlarında yerleşmişlerdi. Osmanlı ordusunun en önemli kısmı ise timarlı sipahilerden oluşuyordu. Timar sistemi sayesinde,timar sistemi sayesinde, devlet kalabalık bir askerî gücü merkezî hazineye yük olmaksızın finanse edebiliyordu. Timar bir kısım asker ve memurlara, icra ettikleri belirli bir vazife ve hizmet karşılığında imparatorluğa ait devlet topraklarından kendi nam ve hesaplarına vergiyetkisinin verilmesiydi. Sayısı 80 bini bulan timarlı sipahiler 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en etkili askerî gücüydü. 16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’daki askerî sistemler değişti. Bu dönemde atlı askerler yerine tüfekli piyade ön plana 1593-1606 yılları arasında Avusturya ile yap – tıkları savaşlarda timarlı sipahilerin silah ve çarpışma şekilleri açısından artık uygun olmadığını fark ettiler. Devrin şartlarına cevap vermeyen timarlı sipahilerin yerlerini tüfekli askerler aldı. Yeniçeri sayısı arttKanunî döneminde 24 bin olan Kapıkulu askeri sayısı 17. yüzyılın başlarında 40 bine sipahi sayısı ise 80 binden 20 bine düştü. Kapıkulu sayısını artırmanın yanı sıra saruca-sekban adı altında Anadolu’dan ücretli tüfekli asker valileri savaşlara paralı askerlerle gelmeye başladılar. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın artan askerî üstünlüğüyle başetmek için 17. yüzyıldan itibaren ıslahat, yani reformlar yaptı ama bir türlü istediği sonuçlara ulaşamadı. 18. yüzyıldaAvrupa’dan askerî uzmanlar getirtilerek yapılan reformlar da yeniçerilerin direnişi yüzünden başarılı olamadı. 18. yüzyılda yeniçeriler savaşlara doğru düzgün gitmedikleri gibi Avrupaî tarzda asker yetiştirilmesini de engellediler. Yeniçe riler, III. Selim’in Nizam-ı Cediduygulamalarını engelledikleri gibi II. Mahmud’un talimli asker yetiştirmesine karşı çıkınca ipler tamamen koptu. Kılıcını kuşanıp, halkın ve ulemanın desteğini alan II. Mahmud, 1826’da yeniçeri ocağını ortadan rine Avrupalı uzmanların gözetiminde Avrupa tarzında Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adı verilen yeni bir ordu kuruldu. Ancak yeni ordu da dertlere deva olamadı ve Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılda girdiği birçok savaşı yine gelişimini ve yapısıını anladıktan sonra darbelere ne kadar yatkın olduğunu zaten detaylı olmak zorunda idi şimdi kısa kısaİSYANLARIN KURALLARI Osmanlı devlet adamlarının yanlış politikaları sonucu ordu içerisindeki denge bozulmuş ve yeniçeriler devletin başına dert olmuşlardır. İsyanlar için en hayati hususlardan biri meşruiyetlerini sağlamaktı. Meşruiyet kaynaklarının başında da dinşer’î hukuk gelmekteydi. İsyan bayrağını kaldıranlar dinî meşruiyetlerini sağlamak için ya yetkili kişilerden fetva almalıydılar, ya da din adamlarından bir kısmını kendi taraflarına çekmeliydiler. İsyan edenler kadar, isyanı bastıracaklar için de dinî meşruiyet bastıracaklar için baştaki padişahın izninin, yani fermanın alınmış olması da bir meşruiyet kaynağıydı. İsyanı bastıracak olan askerler fermansız ve fetvasız asiler üzerine yürümek fetvalar yeniçeriler sipahiler….padişahların elini kolunu bağlayan denetimsizliklerÇünkü fermansız veya fetvasız bir isyanı bastırdıklarında, sonraki suçla malardan kendilerini aklamaları pek kolay II. Osman ve Sultan İbrahim’in katledilmelerinden sonra, buna izin verenlerin meşruiyetleri sorgulandığında, yeniçeriler ve sipahiler “bu kan davasından” kendilerini temize çıkarmak için olaylarda bir rollerinin olmadığını savunmak zorunda da hem asiler hem de isyanı bastıracaklar için, sonradan yaşanması muhtemel tepkileri gidermek için, ferman veya fetvaların ne denli önemli olduğunun bir göstergesidir. Alınan fetvalarda, mümkünse birden çok ulemanın imzasının bulunması da özellikle aranan bir hem ulema sorumluluğu paylaşmış oluyor, hem de birden fazla kişinin imzası alınan fetvanın meşruiyetini arttırıyordu. Dinî meşruiyetin önemli kaynaklarından biri de Peygamber soyundan gelen seyyid ve şeriflerin,Özellikle bunların başı olan nakibüleşrafın asilerin veya isyanı bastıranların yanında yer al malarıydı. Her iki taraf da bu grubun saflarında yer almalarına dikkat şerif de önemli bir dinî semboldü. Saray, genelde isyanlarda Sancak-ı şerifi dışarı çıkararak halkı ve askerleri sancak altına davet verilecek mücadelenin dinen meşru olduğunun, gaza hükmünde bulunduğunun bir işaretiydi. Dışarı çıkarılan Sancak-ı şerifin altına halkın ve askerlerin toplanması halinde isyanı bastırmak çok daha kolay halkın ve askerin toplanması, isyanı bastıracaklar için de bir meşruiyet göstergesiydi. İsyan edenler de Topkapı Sarayı’ndaki Sancak-ı şerifi değil de daha çok Eyüp Sultan Türbesi’ndeki Sancak-ı şerifi açarak onlarda halkı bu sancak altına davet etmekte v böylece meşruiyetlerini sağlamak için asilerin sloganlarına da dikkat etmeleri gerekliydi. İsyanları başarıya götüren birinci slogan hiç kuşkusuz, “şer’le davamız vardır” sloganıdır. İsyan ve darbelerde şehir esnafı da hayati öneme haizdi. İsyan bayrağı kalkar kalkmaz yapılan Esnaf kepenkleri kapattığında şehirde hayat durma noktasına geliyor ve bir karmaşa yaşanıyordu. Esnafın asilere destek vermeleri halinde isyan daha da hem asiler gerekli ihtiyaçlarını temin etme imkânı buluyor hem de devletin zaafiyeti ortaya çıktığından asilere hem de devletin zaafiyeti ortaya çıktığından asilere halk desteği artıyordu. Devlet adamları da, isyanlarda esnafın hangi tarafı desteklediğinin sonucu belirleyen en önemli etkenlerden biri olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Bunun için onlar da esnafı kazanmak için isyanlardan bastırıldıktan sonra şayet esnaf asilere destek verdiyse padişah fermanıyla uyarılıyor ve bundan sonra da asilere desteklerlerse kendilerinin de asi sayılacakları isyan, esnafın desteğiyle bastırılırsa bu defa da yine padişah fermanıyla onlara destekleri için teşekkür ediliyordu. Bir defa halk desteği kazanıldıktan sonra asiler bunu kaybetmemek için özel bir gayret sarf ediyorlardı. Asayişi bozanlar sert bir şekilde cezalandırılıyor ve gece devriyeleri ile yağmaların önü 1703 Edirne ve 1730 Patrona isyanlarında olduğu üzere, isyan zamanlarındaki asayiş normal günlerde dahi sağlanamıyordu. Darbeler için en önemli hususlardan biri de, isyan edecekler veya darbe yapacaklar için ya yeniçerilerin ya da sipahilerin kazanılmış bu iki askerî gruptan biri isyanı des – teklemiyorsa isyanların başarıya ulaşması pek mümkün değildi. Bunun için hem devlet adamları hem de isyan edenler bu iki grubun desteklerini kazanmak zorundaydı. Yeniçeri ve sipahilerin bu denli önem arz etmelerinin sebebi ise,İstanbul’daki en kala balık, silahlı ve daimi birlikler olmalarından kaynaklanmaktaydı. İsyanlar ve darbelerde önemli noktalardan biri de hem isyan edenlerin hem de isyanı bastıracak olanların hızla karar vermeleri vermekte geciken sultanların da sonu genelde tahttan indirilmek oluyordu. Örneğin II. Osman, Sultan İbrahim, II. Mustafa, III. Ahmed ve III. Selim, asiler üzerine hemen gidilmesine izin vermedikleri için tahtı karşılık Kanunî ve I. Mahmud örneklerinde olduğu gibi isyan büyümeden ve toplumsal bir katılım olmadan bastırmayı bilen hükümdarlar tahtlarını tahta çıkan padişahlar, iktidarlarının ilk dönemle rinde kendisini başa getirenler karşısında hareketsiz ve etkisiz olan isyanlardan sonra asiler ve darbeciler kendi hayatlarını garantiye almaya da özen göstermekteydiler. Bunun en bilinen yolu da önde gelen ulemanın imzalarının bulunduğu hüccetler canlarına ve mallarına dokunulmayacağına dair söz verilmekte ve eski suçlarının af edildiği belirtilmekteydi. Hüccetlerin meşruiyetini sağlamak için başta sadrazam olmak üzere diğer üst düzey devlet adamlarının da hüccetlerde imzalarının olmasına dikkat cetler hazırlandıktan sonra bunun baştaki padişah tarafından da onaylanması istenmekteydi. Hüccetler sadece asilerin hayatlarını korumak üzere hazırlanmazlardı. Bu belgelerde asilerin artık devlet işlerine karışmayacaklarına, asayişsizliklerin önünü almak için ellerinden gelenleri yapacaklarına dair de sözler taahhütlerin devlet adamları nazarında meşru olması için de asi liderlerinin hüccetlerde imzalarının bulunmasına dikkat geleneği, tespit edebildiğimiz kadarıyla, ilk defa II. Bayezid döneminde başladı sonraki isyanların çoğunda da hüccet alınmaya dikkat edildi bir ülkenin üst çatısı ne din ne dil ne ırk .birkil ve beraberlikçhak .hukuk çerçevesi içinde medeniyete ve refaha yönelik olmalıdır. Gerisi faşisizmdir ve yıkılmaya mahkumdur. Bir sonraki isyanlar nasıl Konu, ‏ Viona4N Kullanıcı adıyla paylaşımlar yapan, bir Twitter hesabının, paylaşımlarından derlenerek oluşturulmuştur… Moğollar büyük erkek kardeşlerine aka, küçük erkek kardeşlerine de ini diye hitap ediyorlardı. İni, Orhon yazıtlarında geçer ve Bilge Kağan Kül Tigin’den daima “İnim Köl Tigin” diye söz eder. Buna göre Moğollar’ın ini sözünü Türkler’den aldıkları söylenebilir. Fakat ini sözünü alırken eçiyi almamaları dikkat çekmektedir. Cengiz Han hânedanı arasında, Moğol devrinde aka ve ini sık sık kullanılırdı. Bununla hânedan mensupları arasında küçüklerin büyüklere itaati dile getirilir ve birlik şuurunun yaşatılmasına çalışılırdı. Çağatay, Özbek ve diğer kavimlerin dilinde aka ve daha ziyade onun sadalı şekli ile ağa, kolayca eçi veya içinin yerini aldı. Anadolu’da ise aka, daha XIII. yüzyıldan itibaren ağa şeklinde yazılmış ve başlangıçta şeref unvanı olarak kullanılmıştır. Nitekim Sultan Veled Anadolu’daki Moğol valilerinden Samagar Noyan için yazdığı manzumede ondan “Samagar Ağa” diye söz eder bk. Dîvân-ı Sultan Veled, s. 306. XIV. yüzyılın birinci yarısında da ağanın Moğol beyleri arasında unvan olarak kullanıldığı görülür. Anadolu’da bu unvanı taşıyanların en ünlüleri de yine Moğol asıllı idiler. XIV ve XV. yüzyıllarda kardeşler arasındaki yaş durumu ulu karındaş ve kiçi karındaş kelimeleriyle ifade edilmiştir. Ağa daha sonra “ağabey” mânasında kullanılmaya başlanmış ve zamanla her yerde eçinin yerini almıştır. Dede Korkut destanlarında hem büyük kardeş hem de dolayısıyla “büyük ve muhterem bey” mânasında kullanılan ağa, günümüzde de Anadolu’da köy ve kasabalarda “kardeş” mânasında kullanılmaktadır. Edebî Türkçe’de ağanın bey kelimesi de ilâve edilerek ağabey şeklinde kullanıldığı mâlumdur; fakat bu, çok defa başka şekilde telaffuz edilir. Eçiye gelince, eçi ve içi şekillerinde “büyük kardeş, amca”, hatta diğer bazı mânalarda olmak üzere, Anadolu’nun bazı yörelerinde hâlâ kullanılmaktadır. Selçuklular devrinde, “baba” mânasındaki ata ile beg kelimelerinden meydana gelen atabegin büyük bir memuriyet ve hatta bazı hallerde hükümdarlık unvanı olduğu bilinmektedir. Fakat eçinin unvan olarak kullanıldığına dair hiçbir delile sahip değiliz. Moğollar’ın aka kelimesi ise daha “kaanlar” devrinden itibaren bir unvan şeklinde kullanıldı. Çeşitli kaynaklardan da anlaşılacağı üzere aka, daha ziyade asil soydan olmayan, fakat hizmetleri sayesinde mühim mevkilere yükselen itibarlı, saygı duyulan devlet adamlarına verilen bir unvandı. Bu unvan, İlhanlılar’dan sonra da genellikle noyanlar ve beyler zümresine mensup olmayan devlet adamları tarafından kullanıldığı gibi, Moğol asilzade zümresine mensup noyanlar aka unvanı ile de anılmışlardır. Bu husus şüphesiz, akanın “itibarı yüksek, saygıdeğer” şeklinde bir mâna kazanmış olması ile ilgilidir. Timurlular’da ise akanın muteber, saygıdeğer ve kudretli şahıslara unvan olarak verildiğine dair misallere rastlanmaz. Buna karşılık Timurlu kaynaklarında bu kelime daha çok ağa şeklinde yazılmakta ve asil kadınlara unvan şeklinde verilmektedir. Ancak kadınlar tarafından kullanılan ağa unvanı begim begüm ve hanım hanum gibi devam etmeyip Timurlular’dan sonra -hiç değilse İran’da- kullanılmamıştır. Diğer taraftan akanın Timurlular’dan çok önce, nâdir de olsa kadınların unvanı olarak taşındığını biliyoruz. Akkoyunlular’da da beg zümresine mensup olmayan görevlilerin aka unvanını taşıdıkları görülüyor. Akkoyunlular’ın bu unvanı, şimdi İran’da olduğu gibi, ağa şeklinde telaffuz etmiş olmaları pek muhtemeldir. Akkoyunlular’da bu unvanı taşıyanlar darugalık, nökerlik ve tavacılık gibi işlerde kullanılmışlardır. Aka ilk defa bu devirde bir memuriyet unvanı şeklinde kullanılmıştır ki bu memuriyet de eşik ağalığı idi. Akkoyunlular’da eşik ağası, bilhassa hükümdarın huzuruna kabul edilme işine nezaret eden büyük memura denilirdi. Türk ve Moğol devlet teşkilâtı geleneklerini kuvvetle devam ettiren Safevîler’de aka -ağa şeklinde telaffuz edilerek- en başta oymakların ileri gelenlerini ve büyüklerini ifade ederdi. Ayrıca, İstanbul’a gönderilen bazı elçilerin, avcıbaşıların ve darugaların da bu unvanı taşıdıkları görülür. Diğer taraftan, “hâce-serâ” denilen saraydaki hadımların aynı unvanla anıldıkları da bilinmektedir. Bu hadım ağaları şahların hususi hizmetlerini gördükleri gibi, hazineye, silâhhâneye, köşk ve kasırlara da nezaret ederlerdi. Bunlardan başka Safevîler’de “eşik akası başı”ları ile Şah Abbas’tan itibaren de “kullar akası” görülür. Ancak Safevîler’de eşik akası başıları beg, hatta bazan han, kullar akası ise daima han unvanını taşırdı. Safevîler’den sonra, bilhassa Kaçarlar devrinde aka unvanı mülkî memurlar tarafından da taşınmıştır. Bunun neticesinde aka ağa Türkçe’deki bey = bay karşılığında bir mâna kazanmıştır. Günümüzde Farsça’da aka bu anlamda kullanılmaktadır. Ağa kelimesine, pek tabii olarak Mısır’da yazılmış Türk diline ait eserlerde ve ilk devir Memlük kaynaklarında rastlanmaz. Bu söz, ağa şeklinde son devir kaynaklarında görülür. Hatta ini kelimesine de yine bu kaynaklarda tesadüf edilir. Bunların Arapça çoğul şekilleri olan ağavât büyük kardeşler, iniyât küçük kardeşler sözlerine daha sıkça rastlanır. Bu kaynaklardan elde edilen kayıtlara göre, ocaktaki yaşça ve kıdemce ileride olan memlüklere -ininin zıddı olarak- genç memlükleri yetiştiren muallimlere, sultanın hizmetindeki tecrübeli memlüklere ve hatta bizzat asker olarak vazife görmekte olan memlüklere ağa ve ağavât denilmekte idi. Anadolu’da ilk önce unvan olarak Moğollar tarafından kullanılan ağa kelimesini Türkmen beyleri de onlardan alarak kullandılar. Lâçin Ağa ile Sungur Ağa’nın Karamanoğlu II. Mehmed Bey’in emîrlerinden olduğu bilinmektedir. Ali Ağa da Erzincan hâkimi Mutahharten’in büyük emîrlerinden biri idi. Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın sofracıbaşısı olan Paşacuk Ağa, daha sonra Osmanlı hizmetine alınmıştı bk. Âşıkpaşazâde, s. 131. I. Murad devrinde Osmanlı emîrleri arasında Aksungur Ağa görülür ki bk. s. 130-131, onun Yeniçeri Ocağı’nın başı olması muhtemeldir. Hasan Ağa’nın ise Yıldırım Bayezid devrinde yeniçeri ağası olduğu kati olarak bilinmektedir. II. Murad devrindeki emîrler arasında birçok Özbek Ağa görüldüğü gibi, XIV ve XV. yüzyıllara ait mezar kitâbelerinde ağa unvanlı şahıslara sık sık rastlanmakta ve bunlardan mühim bir kısmının bilhassa XIV. yüzyıla ait olanlarının Moğol asıllı emîrlere ait olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti teşkilâtının genişleme ve gelişmesi üzerine ağa, askerî teşkilâtta en çok kullanılan unvan haline geldi. Öyle ki, eyalet ve sancakların askerî valileri olan paşa ve beylerden sonra imparatorluğun askerî teşkilâtındaki bütün âmirler, saray teşkilâtındaki kuruluşların başında bulunanların ve hatta bazı mülkî reislerin bu unvanı taşıdıkları görülür. Ağa unvanını taşıyanların çok defa vazifeleri ile tarif edilmeleri de bu unvanın yaygın bir şekilde kullanılmasından ileri gelmiştir. 0 User Rating Be the first one ! Giriş Tarihi 1512 ABONE OL Kapıkulu Ocakları Kapıkulu Ocakları, Osmanlı Devleti'nin sürekli ordusunu oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocaklarına verilen addır. Kapıkulu ocaklarının kurulmasından önceki dönemde Osmanlı Devleti'nin askeri gücünü yayalar ve müsellemler oluşturuyordu. Kent güvenliğinden ve sınırların korunmasından sorumlu olan, silah olarak genellikle tüfek, kılıç, ok ve yayi kalkan, mızrak kullanan savaşçı bir sınıf olan kapıkuluların görevleri katı ve ödünsüz kurallara bağlanmıştı. Bu kurallara kavanin-i yeniçeriyan denirdi. Kapıkulu olacak kişinin ailesiyle ve diniyle tüm bağlarını koparması, aynı yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemeleri gerekiyordu. Osmanlı hanedan zihniyeti, Müslümanlara bu mevkilerin kapalı olmasına bahane olarak da, "gerçek bir müslümanın kul olamayacağı" görüşünü ileri sürüyordu. YENİÇERİLER Kuruluşunu Orhan Gazi veya I. Murad dönemlerine dayandıran görüşler bulunmaktadır. Yeniçeriler, Padişah’a bağlı Kapıkulu Ocakları’nın piyade kısmıdır. Osmanlı Devleti’nin sınırlarının genişlemesi ile, kuruluşundan bir süre sonra gayr-i müslim çocukların 8-18 yaşlarında alınarak müslüman bir asker yetiştirilmesi devşirme ile oluşturulmaya başlanmış, 17. yy’dan itibaren tekrar müslümanlardan da Acemi Ocağı’na alım yapılmaya başlandı. Devletin ilk yüzyıllarında çok yararlı olan ve Türklerin Rumeliye yerleşmesinde etkili olan bu sistem, daha sonra bozulması ile değişik sorunları birlikte getirdi. Yeniçeri ocağı II. Mahmud tarafından 1826’da kaldırıldı. Yeniçeriler barış zamanında İstanbul’u korur, savaş zamanında Padişah’ı korurlardı. Ayrıca devletin farklı bölgelerinde konumlanmış yeniçeri birlikleri de vardı. Orhan Gazi yeniçeri teşkilâtı kurulacağı zaman Hacı Bektaş dergahına gelir. Yeni kuracağı yeniçeri ocağı icin dua ister. Hacı bektaş, Pir'i de Bunların adı yeni asker Yeniçeri olsun diyerek Cenabı Hak yüreklerini ak, pazularını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip buyursun diye dua eder. O yüzden yeniçeri ocaklarına Ocak-ı Bektaş-î-yân , kendilerine Taifei Bektaş-î-yân, Güruh Bektaşiye, Zümre-i Bektaşiye gibi isimler vermişlerdir. Osmanlı Devleti, devşirme denilen Hıristiyan çocuklarından oluşturduğu orduyu Hacı Bektaş-ı Veli'nin düşüncelerinden yararlanarak eğitti ve şekillendirdi. Yeniçeri Ordusu denilen bu ordunun başında bulunan ağa da Bektaşî idi. Bu ordu, 1826 yılına kadar Osmanlı Devleti'nin birinci gücü olmuştur. Köle tüccarlarının eline geçtiklerinde hadım edildiklerinden, dünyaları karardı. Sonra bir büyük cihan devletinin sarayında açtılar gözlerini. Ağalar Ocağında tam bir görev adamı olarak yetiştirildiler. Padişaha en yakın olmanın gururunu doyasıya yaşadılar. Osmanlı hareminin asırlarca bir sır olarak kalmasını sağlayanlar onlardı... Onlar genellikle Habeşistan ve Orta Afri­ka'da daha çocuk yaş­ta iken çe­şitli yollarla esir tüccar­ları tarafın­dan elde edilirlerdi. Ardından ve belki de ne olduğunu dahi anlama­dan bir operasyonla hadım edilirler­di. Ancak aşağılık insanlar elinde ya­şama ve üreme zevklerini körelten bir ameliyeden geçmenin, kendileri­ne ne gibi hür ikbal kapısı açtığını da elbetteki bilemezlerdi. Nitekim hadım edilen bu çocuklar artık saraylara layık bir meta idiler. Saray ise onlar için hiç bir zaman basit ve silik insanların hizmet verdi­ği bir mekan olmadı. Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs ve Hindistan saraylarında bazıları idare­cilik, bazıları illerde valilik yaptılar. Bazılarıkumandan oldu. Seferlere katılarak orduları donanmaları sevk ve idare ettiler. Osmanlı sarayına gelenler ise ağa namıyla anıldılar. En yüksek merte­be olan Dârüssaâde ağalığına varan­ların derecesi Sadrazam ve Şeyhülis­lamdan sonra gelirdi. İşte Osmanlı sarayında hayat sü­ren zenci hadımların serüveni... Hareme gelişleri ve yetişmeleri Bilindiği üzere Osmanlı devletin­de saray Harem, Enderun ve Bîrun denilen üç ayrı teşkilâtla yönetiliyor­du. Harem ağaları ile Enderun teşki­lâtında Bâbüssaâde cemaatine men­sup ağalar tavâşî hadım idi. Ortaçağ'da Müslüman ve Türk devletle­rinde mevcut olan tavâşî veya hadım ağalar Çelebi Sultan Mehmed zama­nından itibaren Osmanlı sarayında da görevlendirildiler. Bunlar beyaz hadımlar akağalar ve zenci hadım­lar karaağalar olmak üzere iki ayrı sınıftı. Akağalar sarayın Enderun bölümünün başladığı yer olan ve Bâbüssaâde denilen kapısında gö­revli olduklarından kendilerine Bâ­büssaâde ağaları unvanı verilmişti. Amirleri olan Bâbüssaâde ağası, ay­nı zamanda bütün Enderun ve Ha­rem görevlilerinin amiriydi. İslamiyet, insanları hadım etmeyi yasak ettiğinden, ilk zamanlarda, hele imparatorluğun genişlediği sıra­larda. İstanbul'a bol sayıda Macarlar'dan Almanlardan ve Slavlardan esir getiriliyordu. İlk akhadımlar bunlar arasından sağlanıyordu. Da­ha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler'den satın almak yoluyla sağ­landı. Son yüzyıllarda Kapı ağaları, görevlerini yanlarındaki akağalarla yaparlardı. Kapı ağası , Bâbüssaâde'nin sağ tarafındaki odada, aka­ğalar ise onun karşısındaki odada yatıp kalkarlardı. Bâbüssaâdeyi bekleyen akağala­rın en önemli görevi, padişahın mabeyin daireleri ile harem dairesini korumaktı. Bunun için, ilgililerden başka hiç kimseyi Bâbüssaâde'den içeri sokmazlardı. Sarayın en iyi ko­runan kapısı burası idi. Kimi za­manlarda kapıyı koruyan ağaların sayısı 20-30’u bulurdu. Kapı ağaları, padişahlarının savaş­ta ve barışta ve câmiye gidişlerinde yanında bulunurlar, göçlerde ve ava çıktığı zamanlarda saraydan ayrıl­mazlardı. Eğer bir dış göreve atanır­larsa vezirlik pâyesiyle Mısır valisi olurlardı. Kapı ağasından sonra, baş­ta haznedarbaşı olmak üzere, kilarcıbaşı, saray ağası, saray kethüdası ve baş kapı oğlanı gelirdi. Kapı ağalanndan büyük devlet hizmetinde bulunan kimseler vardır. Bunlar arasında II. Murad zamanın­da Rumeli Beylerbeyi olan Hadım Şahabeddin Paşa. II. Bayezid zama­nında vezîr-i azam olan Hadım Ali Paşa, Yavuz'un sadrâzamı Hadım Si­nan Paşa, Kanunî 'nin sadrâzamı Ha­dım Süleyman Paşa, IV. Murad'ın sadrâzamı Gürcü Mehmed Paşa sa­yılabilir. Asıl harem kısmında yani sarayın kadınlara ait bölümünde ise siyah hadımlar karaağalar kullanılmıştır. Bunlar başlangıçta Bâbüssaâde ağa­sının emri altındaydı. 1582'de Habeş Mehmed Ağa'nın kızlar ağalığı dö­neminde bu yetki zenci hadım ağa­larına geçti. Bundan sonra zenci ha­dım ağaları, haremin idaresini salta­natın kaldırılmasına kadar ellerinde tuttular. Kendilerine hareme Dârüssaâde denilmesi dolayısıyla Dârüssaâde ağası ve haremdeki kadınların amiri olmaları sebebiyle de kızlar ağası denilmiştir. Harem ağaları diye de meşhur olmuşlardır. Bu tarihten sonra akhadım ağaları ise sadece Bâbüssaâde'nin korunması ile meş­gul olmuştur. Esir tüccarları Habeşistan ve Orta Afrika'ya kadar giderler, türlü yollar­la elde ettikleri zenci çocuklarını ha­dım ettirdikten sonra Mısır, İstanbul başta olmak üzere, öbür Akdeniz li­manlarında satarlardı. Osmanlı harem teşkilatında kulla­nılmak üzere satın alınan zenci ha­dımlardan zamanla bir ocak kuruldu ve buna ağalar ocağı adı verildi. Ağalar ocağına alınan zenci ço­cukları, kendilerinden daha büyük zenci hadım ağalarınca yetiştirilirdi. Bunlara Türkçe öğretilir daha ziyade çiçek isimli adlar verilirdi. Sarayın ve haremin âdabı hem nazarî ve hem de amelî olarak öğretilirdi. Tıpkı En­derun okulunda olduğu gibi, ağalar ocağında da, hadımların sıkı bir di­siplin içinde yetiştirilmelerine çok dikkat edilirdi. Belli bir yaşa kadar eğitilen hadımlar, bu süreyi doldurduktan son­ra haremde bulunan şehzadeler, kadınefendiler, sultanlar, ve valde sul­tanların hizmetine verilirler, burada bir çeşit staj görürlerdi. Bu ocaktan yetişenlere genellikle harem ağaları ismi verilirdi. Yine dışarda evli bulu­nan sultanların ve hanedan üyeleri­nin saraylarına da hadım ağaları bu ocaktan gönderilirdi. Harem'e ilk giren zenci ağa en aşağı unvanı ile hizmete alınır, ocak defterine kaydedilir ve ortancalar içinde muteber bir lalaya el öptürülürdü. Bunlar nöbet kalfaları deni­len ağaların emirlerine uyar, harem kapılarını beklerlerdi. Bu sırada Dârüssaâde Ocağına ait usul ve kanu­nu öğrenip acemi ağalığa geçerlerdi. İçlerinden en kıdemlisi nöbet kalfa­sı olurdu. Acemi ağalar nöbet kalfa­sından sonra ortanca olurlardı. Or­tancalar kapı nöbetine nezaret ederlerdi. Ardından hâsıllı hasırlı olup onikinci hâsıllının en eskisi ter­fi ederek yayla başkapı gulâmı, son­ra Yenisaraya başkapı gulâmı ve da­ha sonra Eskisaray ağası olurdu. Es­ki Saray ağaları terfi ettirilip Dârüssaâde ağalığına getirilirdi. Normal yükselme bu şekilde olurdu. Dârüssaâde ağalığına ayrıca padi­şah lalalığı, musâhib-i şehriyâri ve hazînedâr-ı şehriyârîlik görevlerin­den bulunanlar da tayin edilebiliyorlardı. Yine valide sultan başağaları Dârüssaâde ağası olabiliyordu. Dâ­rüssaâde ağalığına tayin edilen şah­sa padişah huzurunda samur kürk giydirilir ve ağalığını ilân için hatt-ı hümayun gönderilirdi. Bu hatt-ı hü­mayunlar bir nevi görev yönetmeliği niteliğindeydi. Görevleri Dârüssaâde ağaları görevleri gere­ği padişahlara ve padişah ailelerine olan yakınlıkları sebebiyle önce sa­rayda, sonra da özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda devlet yönetimin­de etkili olmuşlardır. Dârüssaâde ağalarının görevleri arasında Haremeyn evkafı nazırlığı önemli yer tutuyordu. l668'de Dâ­rüssaâde ağası nezaretinde 313 vakıf vardı. Bu vakıfların 112'si İstan­bul'da, otuz yedisi Rumeli'de 164'ü Anadolu'daydı. Nezaretinde bulu­nan vakıflardan Dârüssaâde ağasının nezaret hakkı olarak belirli gelirleri vardı. Asli görevleri Haremin idaresi olan Dârüssaâde ağalarına başka önemli görevler ve işler de verilirdi. Padişahlar her hangi bir konudaki emirlerini Dârüssaâde ağalarına Hatt-ı hümayunlarıyla bildirirler on­lar da günün hangi saati olursa ol­sun meselelerini padişaha arz edebilirlerdi. Valide sultanla konuşabilirler padişah ve devlet ileri gelenleri ara­sındaki yazışmayı ve protokolü sağlarlardı. Valide sultanlar tarafından şer'i meselelerde vekil bırakılabilen Dâ­rüssaâde ağaları zaman zaman sefer­lerde rikâb-ı hümâyun görevlerinde bulunurlar, ayrıca valide sultanların ve küçük sultanların has ve mukâtaalarına da bakarlardı. Saray tarafından yaptırılan camile­rin inşaat ve tamirat masraflarını Dâ­rüssaâde ağası görürdü. Nitekim Sul­tan Ahmed Camii Dârüssaâde ağası Mustafa Ağanın nezaretinde yapıl­mıştır. Dârüssaâde ağası ayrıca çeşitli si­parişler için kuyumcu, bezirgan, kürkçü, terzi vb. esnafla görüşür, numune görür, eşya satın alır ve ya­pılan hesapları gözden geçirirdi. Her çarşamba günü de nezaretleri altın­daki vakıfların islerini denetlemek üzere Orta Kapı dışında Has Ahur Kapısı tarafında bulunan Dârüssa­âde ağası yazıcısı odasında divan akdederlerdi. Ayrıca her yıl receb ayının on ikin­ci günü tertiplenen ve surre gönde­rilmesiyle ilgili olarak sarayda yapı­lan merasim Dârüssaâde ağası baş­kanlığında gerçekleşirdi. Dârüssaâde ağaları padişahların ölümleri sırasında yanlarında bulun­muşlardır. Ölüm halinde durumu sadrazama bildiren de genellikle Dârüssaâde ağaları olmuştur. Yine tahta çıkacak olan şehzadeyi silâhdar ağa ile birlikte Bâbüssaâde'de kurulan tahta oturtma ve ilân tören­lerinin düzenlenmesini sağlarlardı. Bunun yanı sıra bayram ve kılıç ala­yı törenlerinde de bulunurdu. Valide sultanların Eski Saraydan Yeni Sa­ray'a nakillerinde Dârüsaâde ağası ve maiyeti görevliydi. Yeni bir şehzade ve hanım sultanın do­ğumu önce Dârüssaâde ağasına haber verilirdi. Valide sultan ve sadrazamın be­şik alayı ile gelen beşikleri ve nişan alayı ile gelen nişan takınıları Harem'in Araba­lar kapısında Dârüssaâde ağasına teslim edilirdi. Hanım sultanların nikâhlarında ve­kili Dârüssaâde ağası olurdu. Nikâh Dârüssaâde ağasının odasında kıyılır ve düğün törenleri onun tarafından idare edilirdi. Harem ağaları ve bal­tacılarla birlikte gelin alayında hazır bulunan Dârüssaâde ağası, şehzadelerin ilk derse başlayacakları zaman yapılan merasime de katılırdı. Padişaha yakınlıkları ve derecele­rinin üstünlükleri sebebiyle Dârüssa­âde ağaları içinde zaman zaman gö­revini kötüye kullananlar, suistimallere karışanlar ve rüşvet alanlar ol­muştur. Bu gibiler suçları ortaya çık­tığında şiddetle cezalandırılmışlardır. Dârüssaâde ağalığının belirli bir müddeti yoktu. Nitekim Hacı Beşir Ağa III. Ahmed ve I. Mahmud za­manlarında yirmidokuz yıl bu görev­de kalmıştır. Habeş Mehmed Ağa'nın 17, İdris ve Yusuf ağaların 16'şar yıl görevde kalmalarına karşı­lık İshak Ağa üç ay, Musahip Meh­med Ağa ise ancak birkaç gün ha­rem ağalığı yapabilmiştir. Dârüssaâde ağalarının azilleri ya Cuma günü padişahın namaza gitti­ği camide veya eğlenmek için gittikleri bir köşkte ani olarak yapılırdı. Surre alayları sırasında azledilenler de olmuştur. Azledilen ağalar genellikle Mısır'a gönderilirlerdi. Bunun yanısıra bazı­ları Hicaz, Gelibolu, Kıbrıs, Limni ve Şam'a da sürülmüşlerdir. Bütün bun­ların yanı sıra emekli olunca kendi rızası ile sürekli haremde Karaağalar dairesindeki odada ömürlerini sür­dürenler de görülmüştür. Emekli Karaağanın odası Karaağalar dairesinin üst katındaydı. İçlerinden Moralı Beşir Ağa ve Mercan Ağa gibi siyasi nüfuzu kendi menfaatleri için kulla­nanlar ve suiistimallere karışanlar idam edilmişlerdir. Üsküdar'da Seyyid Ahmed deresi civarında Pilavcı Bayırı caddesinde harem ağalarına ait bir kabristanlık bulunuyor ve vefat edenler burada defnediliyordu. Ancak İstanbul'un başka yerlerinde defnedilenler de olmuştur. Nitekim 1792'de vefat eden Bilal Ağa Eyüb Sultanda gö­mülmüştür. Hayır hizmetleri Harem ağalarının uhdelerinde haslar, mukataalar bulunduğundan bir kısmı, özellikle uzun müddet gö­rev yapanları bir hayli zenginleşmiş­tir. Bunlar cami, mescid, medrese ve mektep gibi çok sayıda hayır mües­seseleri yaparak isimlerini ebedileştirmişlerdir. Bunlardan IV. Mehmed'in kızlar ağası Abbas Ağa Beşiktaş'ta ve Mol­la Gürani yolunda birer cami, Laleli'de hamam, Demirkapı'da sebil yaptırmıştır. İstanbul'da Çarşamba pazarında bir cami yaptıran Habeş Mehmed Ağa ayrıca Tuna kıyısında­ki İsmail geçidini onararak kasaba haline getirmiştir. III. Ahmed ve I. Mahmud zaman­larında toplam 29 yıl ağalık görevin­de bulunan meşhur Hacı Beşir Ağa ise ilim ve maarif ehlini himaye et­mesinin yanısıra pek çok hayır eseri de yaptırmıştır. Bunların başlıcaları Babıâli'de cami, sıbyan mektebi, medrese, kütüphane, tekke ve sebil­den meydana gelen bir külliye; Eyüp'te bir darülhadis, kütüphane ve çeşme; Topkapı Sarayı içinde bir mescid; İstanbul'un çeşitli yerlerinde çeşmeler; Medine'de bir medrese ve kütüphane; Kahire'de bir sebil ve mektep; Ziştovi'de bir medrese ve kütüphanedir. Ayrıca Bağdat'ta İmam-ı Azam Camii Kütüphanesine de bir miktar kitap vakfetmiştir. Yine büyük bir servet sahibi oldu­ğu anlaşılan Moralı Beşir Ağa da İs­tanbul'un bazı camilerini tamir etti­rip ibadete açtırmış ve şehrin bir çok yerinde çeşmeler yaptırmıştır. Onun ilim adamlarını himaye ettiği de adı­na yazılan pek çok eserden anlaşıl­maktadır. Ben hayatta oldukça... Harem ağalarının en ünlülerinden olan Hacı Beşir Ağa muhtemelen XVII. yüzyıl ortalarında doğmuştur. Küçük yaşta zenci köle olarak İstanbul'a getirilmiş ve Kızlar ağası Yapraksız Ali Ağa'nın yanında padişah musahipliğine yükselen Beşir Ağa 1705'te saray hazine­darı sonra Hicaz'da Şeyhülharemlik makamına tayin edildi.. 1717'de İs­tanbul'a getirilerek Dârüssaâde ağası oldu. Hacı Beşir Ağa, I. Mahmud Han'ın kendisine sorduğu bazı şeylere isabetli mütala­alar getirdiğinden dolayı padişahın itimadını kazanmıştı. Bilhassa İran meselesinde adeta bir hükümdarmış gibi hareket etmiştir. Nadir Şah'la yapılan sulh görüşmelerinde Reisülküttab Ragıb Efendi meşhur Ko­ca Ragıb Paşa İran elçisiyle mükalemeye memur edilmişti. Nadir Şah, Osmanlıların Caferi mezhebini beşinci mezheb olarak tanımasında ısrar etmekteydi. Bizim ulema­nın tereddüt ve muhalefeti sırasında Ragıb Efendi Mezheb-i hak dörttür, lakin padişahımızın hükmü cari olan kazalarda padişahın Hanefi mezhebinde olmasına binaen dört mezhebten olanların davasını Hanefi mezhebi üzere ictihad ederler ve hüküm verirler, Caferi mezhebi dahi tasdik olun­sa yine memleket-i Osmaniyyede hanefi mezhebi cari olur. Bu tasdik lafzı murat bir şeydir; bunun için otuz seneden beri Anadolu harab ve nice yüzbin nüfus telef ve hazine boş kalıyor. Bundan başka devletin Moskov ve Nemçe gibi düşmanları zuhur etti ve şimdi 1155 senesi kuru bir kelam için böyle zarurette şer'in müsaadesi var­dır, umumi zarardan hususi zarar evladır, demişti. Ragıb Efendi'nin bu sözünü duyan Hacı Beşir Ağa ona ; Bir daha bu kelamı lisana alma, mademki ben hayattayım, mezheb-i erbeaya mezheb-i batılı, beşinci olarak koydurmam sözleriyle nüfuzunu göstermişti. Haremdeki ikamet yerleri Topkapı Sarayı harem dairesinde Dârüssaâde ağaları ve Harem ağala­rının görevli oldukları ve ikamet et­tikleri yerleri vardı. Bu kısım kubbealtı ile zülüflü bal­tacılar koğuşu arasındaki Araba Kapısı'ndan içeri girilince asıl harem kapısına kadar devam eden üç bö­lümden ibaret antre niteliğindeki yerdir. Araba Kapısından girildiğinde ilk bölüm kare biçimli bir yer olup üze­ri kubbe ile örtülüdür. Dört tarafında bulunan dolaplar sebebiyle buraya Dolaplı kubbe denmiştir. Dolapla­rında murassa eşya, mücevherat, pa­ra, surre merasiminde kullanılan eş­ya ve Dârüssaâde Ağası nezaretindeki Haremeyn evkafına ait vakıf ka­yıtları saklanırdı. Dolaplı kubbeden bir kapı ile ge­çilen Şadırvanlı sofanın solunda Ka­raağalar Mescidi yer alır. Mescid, Şa­dırvanlı sofaya tonozlu bir koridorla bağlı iken karşı köşesinden harema­ğaları taşlığıyla doğrudan irtibatlıdır. Gezinti yerindeki kapının iç tarafında mermer üzerine kazılı olarak, Şe­faat yâ Resûlallah yâ Habîballah ya­zısı, karşı kapı üzerinde ise Ya Rabbi bizi ateşten cehennemden koru ve Cennetine dahil eyle manasında dua kitabesi vardır. Mihrabın üzerinde ve dinarların tavana yakın yerlerinde girift ve gü­zel yazı ile çeşitli ayet-i kerimeler yer almaktadır. Binanın arkasında Karaağalar/Harem ağaları hamamı vardır. Şadırvanlı sofadan asıl harem ka­pısına ulaşan uzun taşlığa yolun so­nunda yer alan Karaağalar koğuşu nedeniyle de revaklı yol denmiştir. Haremin ilk taşlığı olan bu avluya Haremağalarının yaşadığı bir çok mekan açılır. 1665 yangınından sonra yenilenen bu mekanlar arasında Haremağaları koğuşu. Dârüssaâde ağası Dairesi, Şehzadeler Mektebi, Muhasipler, Cüceler, Hazinedar Da­iresi ve Karaağalar Nöbet yeri yer almaktadır. Karaağalar Koğuşu, Karaağalar taşlığının solunda, mescid ile Şehza­deler Mektebi arasındadır. Buraya taşlığa bakan yoldan girilir. Koğuşa girilen yerdeki mermer kitabede Devletin bu başşehrine bizim zama­nımızda 1079-1668 ve bizden sonra gelip padişaha hizmetle şeref bulan kardeşlerimiz bilesiniz ki eski ve yeni, küçük ve büyük aramızdan bir ağa kardeşimiz azad oldukta Al­lah rızası için üçer aylık ulufemizi o yoldaşımıza vermek uygun görül­dü... Bizden sonra gelen ağa kar­deşlerimiz de karşı gelmeyip konula­nın aksine hareket etmeyeler, yazılı­dır. Karaağalar koğuşu uzun bir kori­dorun iki tarafında üçer kat boyun­ca sıralanan odalardan oluşur. Kori­dorun sonunda dışı çini ile kaplı süslü bir ocak yer almaktadır. Bu nedenle buraya Ocak Başı denilirdi. Koğuşun zemin katında Dârüssaâde ağasından sonra gelen ve Karaağaların başı olan Baş Kapı Gulâmı otu­rurdu. Kapısı üzerinde Bütün mü­minler kardeştir... ayet-i kerimesi yazılıdır. Bu kapının yanında bulu­nan sedire tahta başı denilir. Baş Kapı Gulâmı buraya oturarak maiye­tine emirler verirdi. Bu sedire ondan başkasının oturması yasaktı. Zemin kat on odadan ibaretti. Sol da bulunan beşi Baş Kapı Gulâmının selamlık, yatak ve misafir odala­rıdır. Bunların dördünün kapı, pen­cere ve duvarlardan başka yerleri eşsiz çinilerle süslüdür. Soldaki beş odadan ocağa bitişik olanı Baş Kapı Gulâmının yemek ve kiler odaları olarak kullanılmış, diğerleri ise deği­şik hizmetlere ayrılmıştır. Koğuşun birinci katında Karaağa­lar, ikinci katında Has Odalılar or­tancalar, padişahın saray hizmeti görevlileri, üçüncü katında ise ace­miler otururdu. Üst katlar zemin ka­tından daha büyük olup daha çok odalara sahipti. Ancak bu odalarda çini ve benzeri süslemeler yoktur. Karaağalar Koğuşunun Dârüssaâde Ağası Dairesine bitişen bölümü ge­niş bir hela mekanı olarak düzenlen­miştir. Haremağaları Büyük Biniş Rampası kenarındaki hamamda yı­kanırlardı. Dârüssaâde Ağası Dairesi, Kara­ağalar Taşlığının sonunda ve solda yer alır. Karaağalar Koğuşunun sa­ğındadır. İki katlı bir dairedir. Alt ka­tı Dârüssaâde ağasının dairesi üst katı ise Şehzadeler Mektebi olarak hizmet vermekteydi. Dârüssaâde Ağası Dairesi bir baş oda, servis odaları, kahve ocağı ve hamamdan ibarettir. Baş oda ahşap bir kubbe ile örtülüdür. Duvarları İz­nik ve Kütahya işi çinilerle kaplıdır 1665 harem yangınından sonra Başoda'ya bağlanan karanlık yatak odası da çinili ve ocaklıdır. Bu dairenin sonundan duvarları renkli çi­nilerle süslü bir merdivenle Şehza­deler Mektebine çıkılırdı. Harem-i Hümayun Kapısı, Karaağalar taşlığının bittiği yerde Cümle kapısı denilen ve Harem bölümünü Harem Ağaları bölümünden ayıran kapı gelmektedir. Bu kapı Haremin üç ana bölümünün bağlandığı Nö­bet yerine açılır. Kubbeli ve kemerli açık bir sahanlık olarak geçiş yeri halindeki kapıya mermerden, girift rumi desenli müşebbek taçlı bir sembolik boş kemerle girilir. Bu ke­mer üzerinde Ey iman edenler! Evleriniz dışındaki evlere izin isteme­den ve orada sakin olanlara selam vermeden girmeyiniz, mealindeki ayet yer almaktadır. Nöbet yerinin yan duvarı Ha­remdeki ünlü servili çini panoyla kaplıdır. Haremdeki hadım görevli­ler ancak nöbet yeri tabir edilen bu küçük odaya kadar girebilirlerdi. Burada nöbet tutan görevlilerin du­varda asılı duran davulları vardı. Ra­mazanda harem sakinlerini buradan sahura kaldırırlardı. Yine duvarların alt kısımlarında yiyecek ve içecekle­rin bırakılacağı taştan dolaplar gö­rülmektedir. Görevliler dışarıdan ge­tirdikleri yiyecek ve içecekleri ancak buraya kadar getirmekte ve daha içeriye girememekte idiler. Nöbetçilerin de gözlendiği yer Nöbet yerinin solundaki kapı ise Cariye koridoru ile Cariye ve Kadıefendiler taşlığına, ortadaki kapı Va­lide Taşlığına sağdaki kapı Altın Yol ile Padişah Dairesine bağlanır. Giriş, taşlıktaki Nöbet binasına bağlanan kemerli bir asma kat vasıtasıyla özel­likle geceleri kontrol altında tutulur­du. Asma kata bugün bile Kuşhane girişi tarafındaki duvarın içinde bu­lunan, taş, bir gizli merdiven ile çıkılabilir. Bu merdivenin karşısında Ha­zinedar ağa yatak odasına çıkan bir taş merdiven daha vardır. Bunlar ha­rem girişinin çok sıkı denetlendiği­nin işaretidir. Nöbetçi karaağa, hare­mi bekliyor ancak nöbetçiyi de as­ma katta bulunan Hazinedar ağa gö­zetleyebiliyor. Görüldüğü gibi padişahın hususi evi konumundaki harem son derece ciddi ve mükemmel bir tarzda ko­runmuştur. Bugün harem bölümleri­ni gezenler fiziki yapıyı gördüklerin­de bu durumu daha iyi anlamakta­dırlar. Haremi korumakla görevli ağalar dahi asıl hareme ancak padişahın iz­ni ile girebilirlerdi. IV. Mehmed'in küçük yaşta tahta geçtiği yıllarda Kösem Sultanın ağalara hitaben bir emir namesi şu şekildedir ; Ba'del yevm kendi halinizde olasız. Harem işlerine ve taşra umuru­na karışmayasız. Cümleniz azadsız kölesiz. Harem kapısı önünde otur­maktan gayrı işiniz yoktur. Size ta­yin olunan harem kapısı önünde olan odalardır. Eğer harem kapısın­dan içeri izinsiz bir adım girdiğiniz veya yazı gönderdiğiniz işitilir ise hiç aman verilmeden katl olunursu­nuz. Şayet mühim bir iş olup tarafı­mıza bildirmek icap ederse bir tezki­re ile kethüda kadına ifade edersiz. Ol dahi bize ifade eder. Osmanlılarda iç oğlanlarının bu­lunduğu enderun kısmı ve asıl ha­rem-i hümayundaki cariyeler nasıl sistemli bir eğilimden geçirilirse ağa­lar da küçük yaştan itibaren aynı şe­kilde mükemmel bir edep ve terbiye ile eğitilirlerdi. Görevlerini ve iba­detlerini en iyi bir şekilde yapmak­tan ve padişaha itaatten başka bir şey düşünmezlerdi. Buna rağmen özellikle Batı ve Çin saraylarında görevli hadımlar arasın­da yaşanan ahlaksızlıklardan yola çı­kılarak Osmanlı sarayında da hadım harem ağaları arasında ahlaksızlık olabileceği bazı yazarlarca ısrarla vurgulanmıştır. Ancak buna dair cid­di bir belge veya bilgi ortaya konu­lamamıştır. Nitekim ortaya belge ve bilgi denilerek konulanlar da Penzer ve Burton gibi batılı yazarların hayal mahsulü ürünlerinden başka bir şey değildir. Penzer The Harem isimli eserinde Valde sultan kethüda ve hazinedar ustadan kısaca bahsedip diğerlerinin ise sadece ismini zikrettikten sonra sıra kadın efendiler, ikballer, odalık­lar ve cariyelere gelince sanki orada imiş gibi döktürmeye başlamıştır. Bildiği bütün ahlaksız hikayelerini Osmanlı haremine uygulayan bu hayalperest yazarın padişahların cin­si münasebetleri hakkında bahset­tikleri, cariyeleri toptan öldürmek gibi sadistçe senaryoları okuyanların akıl sınırlarını da zorlamaktadır. Harem ağaları hakkında aleyhte bilgiler veren bir yazar da Topkapı Sarayında 18 yıl teberdarlık görevin­de bulunmuş Derviş Abdullah'tır. Ancak onun eserini okuyanlar ağalar hakkındaki ağır ve galiz ifadelerini görünce ve hayat hikaye­sine de vakıf olunca arzusuna erişememiş, menfaatleri zarar gör­müş bir kişinin psikolojisi ile yaz­dığını kolayca çıkarırlar. Bu bakım­dan eserde önemli bilgiler olsa da ağaların şahsiyeti ile ilgili yazılanlar, hissi ve tarafgir bir şekilde kaleme alındığından ilmîlikten uzaktır.!

osmanlıda gün başı ağaları ne iş yapar